Kurumların Gölgesinde: Ulusların Kaderi ve Dijital Çağın Yeni Güç Dengeleri

2024 Nobel Ekonomi ödülü alan ve dünyanın en etkili ekonomistlerinden Daron Acemoğlu, son on yılda yazdığı üç çığır açıcı kitapla ("Why Nations Fail", "The Narrow Corridor" ve "Power and Progress") küresel eşitsizliğin köklerini ve geleceğini sorguluyor. Acemoğlu'nun temel tezi basit ama çarpıcı: Bir ülkenin kaderi, kurumlarının niteliğinde gizli. Kuzey ve Güney Kore'nin dramatik ayrışmasından, Meksika-ABD sınırındaki Nogales şehrinin iki yakasındaki devasa refah farkına kadar, dünya üzerindeki her ekonomik uçurumun arkasında kurumsal yapıların belirleyici rolü var. Peki ya şimdi? Yapay zekâ çağında, teknoloji oligarklarının yükselişiyle birlikte, bu kurumsal yapılar nasıl değişiyor? İşte bu yazıda, Acemoğlu'nun teorilerini mercek altına alırken, aynı zamanda dijital çağın getirdiği yeni güç dengelerini ve bunların demokrasilerimiz üzerindeki etkilerini tartışacağız.

barisesmer

12/2/20248 min read

Daron Acemoğlu ile James Robinson'ın birlikte yazdıkları iki kitap var: "Why Nations Fail" (Ulusların Düşüşü) ve "The Narrow Corridor" (Dar Koridor). Acemoğlu'nun Simon Johnson'la birlikte yazdığı son kitabının adı ise "Power and Progress" (İktidar ve Güç). Bu üç kitabın ilkiyle ilgili bir süredir çalışıyorum. "Why Nations Fail"i özetlemenin birçok yolu olsa da, James Robinson bunu daha etkileyici ve akıcı bir şekilde yapıyor. Kitabın özü şu: Günümüz dünyasında zengin ve yoksul devletler arasındaki farkın nedenlerini, neden bazı devletlerin zenginliğe ulaşabilirken diğerlerinin ulaşamadığını anlamaya çalışıyor.

Bunu uzaydan çekilmiş bir Kore fotoğrafı üzerinden anlatabiliriz. Kore, bundan 80 yıl önce etnik ve kültürel açıdan tek bir ülkeydi. Fakat Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrıldıktan sonra, bugün uzaydan Kore'nin fotoğrafını çektiğimizde bir tarafta karanlık, diğer tarafta aydınlık bir ülke görüyoruz. Bu, Güney'in ampule ulaşabildiği ve Kuzey'in çevreci sebeplerle ışık yakmaktan kaçındığı anlamına gelmiyor - bu basitçe iki ülke arasındaki gelişmişlik ve refah farkını ortaya koyuyor.

Kuzey ve Güney arasındaki gelişmişlik farkının 80 senede neden bu denli açıldığına baktığımızda, yazarlar yanıtı kurumlarda, özellikle de ekonomik kurumlarda ve kurumların yapılarını belirleyen siyaset kurumunda aramamız gerektiğini söylüyorlar. Tanıdık geldi mi? Üretim ilişkilerinin şekillendirdiği emek sermaye çelişkisini, gerek aşağıdan yukarı (bizzat Marks) gerekse de yukarıdan aşağı (Gramsci) toplumsal ve kurumsal ilişkiler (Hardt & Negri) tarafından şekillendirilen ulusların kaderi (Lenin) hikayesine dair dev bir Marksist külliyat orada dururken; Acemoğlu ve Robinson’un Marksizmi yeniden keşfetmeleri oldukça ilginç. Klasik ekonomi teorisyenliğine yeni bir bakış olarak lanse edilen bakış açıları temelde ekonomi tarihçiliği ve siyaset bilimine oradan gönderilen bir selam gibi daha çok. Bu başlıklar kendilerinden önce ve hatta bugün de post-Keynesyenci ekonomistler tarafından çokça ele alınmasına rağmen, çoğunlukla “düzen dışı” ilan edilip akademilerden kovalanan ya da “sessizce köşelerinde” durmaya zorlanan meslektaşlarına biraz ayıp olmuş. Dolayısıyla anlatılarının yeni ya da olağanüstü ufuk açıcı olduğunu düşünmüyorum. Fakat temel tezin bilimsel kanıtlarının düzgünce toparlandığının, ve yüzleşilmesi gereken Batıcıl insanlık suçlarına hiç dokunmadan yenir yutulur bir hale güzelce sokulduğunun hakkını vermek lazım.

Aslında söyledikleri oldukça basit: Ülkelerin gelişmişlik seviyesini belirleyen şey, o ülkelerin yönetilmesine aracılık eden kurumlardır. Bu kurumlar temelde iki farklı şekilde olabilir: içerleyici / içerici kurumlar ve dışlayıcı kurumlar. İçerici kurum yapısına sahip ülkelerde gelişme ve ilerleme vardır. Dışlayıcı kurumlara sahip ülkelerde ise ilerlemeden bahsedemeyiz.

Bunu çok iyi bir örnekle açıklıyorlar: Dünyanın en zengin iki insanından biri olan Bill Gates ve Meksika'nın en zengin adamı Carlos Slim. İkisinin zenginliklerinin nasıl oluştuğuna baktığımızda, her ne kadar benzer seviyelerde servetleri olsa da, birbirlerinden çok farklı biçimlerde zengin olduklarını görüyoruz. Gates inovasyon, teknoloji yatırımı ve yenilikler yaparak zengin olurken, Slim, 1920'deki sözde devrimi takip eden ve 1980’lerde liberal ekonomik dinamikleri benimseyen Meksika'da, parti yönetiminin sona ermesinden sonra devletin elindeki tekel işletmelerin özelleştirilmesi yoluyla - başta telekom olmak üzere - zenginleşti. Sanırım bu da size bir yerlerden tanıdık gelecek.

Peki bu iki zenginin ülkelerine etkisi ne oldu? Carlos Slim'in zenginliği Meksika halkını her yıl %2 oranında fakirleştirirken, Bill Gates'in kişisel zenginliğinin ötesinde, açtığı yoldan ilerleyen Amerikan yazılım teknolojileri sektörünün onun kişisel servetinin kat ve kat üstünde bir ekonomi yarattığını görüyoruz.

Bu nasıl oluyor? İçerici kurumlara sahip ülkelerde devlet, teşvik konusunda tüm vatandaşlarına eşit davranıyor. Eğitim seviyesi, rengi, dini veya anadili ne olursa olsun, bir vatandaş Amerikan Patent Kurumu'na başvurduğunda, 1790'dan beri - Thomas Jefferson'ın kurucu başkanlığından bu yana - ayrım gözetmeksizin patent alma hakkına sahip. Bu, fikri mülkiyet haklarının devlet tarafından nasıl güvence altına alındığının göstergesi. Bununla da kalmıyor - Amerikan ekonomik sistemi, özellikle Kaliforniya ve çevresindeki teknoloji yatırımcılarına muazzam kredi olanakları sağlıyor. Bu olanakları sağlarken kişilerin kimliklerine değil, projelerine bakıyor. Projeler kârlı ve mantıklı görünüyorsa, bankalardan finansman sağlayarak geliştirilme imkânı buluyor.

Dışlayıcı kurumlara sahip ülkelerde ise durum çok farklı - devletin sağladığı imkanlara kimlerin ulaşabileceği en başından belli. İyi bir fikri ya da projesi olan birinin devletten finansman bulup bunu ileriye taşıma şansı yok. Buraya kadar anlatılanları Türkiye perspektifinden düşünecek olursak; ülkede geniş kesimler tarafından benimsenen görüş doğrultusunda, en zengin aileler olarak “istihdam yaratan” Koç ve Sabancıların başımızın üzerinde taşınması gerektiği mitini tekrar değerlendirmekte fayda olduğu ortaya çıkacaktır. Refahı ulusal ölçekte yaratmak konusunda bu tip zenginliğin sadece işe yaramadığını değil, aynı zamanda inovasyon ve teknolojik gelişmeye bağımlı diğer çeşit gelişmenin önünde de nasıl büyük bir engel oluşturduklarını; finansal kaynakların adil dağıtımına ve girişimciliğin önünün açılmasına ne kadar büyük bir engel olduklarını görebiliriz.

Kitabın ilginç noktalardan biri de Amerikan - ki bu sistem dünyanın geri kalanı, özellikle de Kore benzeri sonradan gelişim ve inovasyon trenine binen ülkeler tarafından örnek alınmıştır - sisteminin gelişimiyle ilgili anlatılan hikaye. Amerika kıtasının ilk keşfedilen kısmı kuzeyi değil, güneyiydi - Meksika, Arjantin, Brezilya gibi yerler. Bu bölgeler keşfedildiklerinde, üzerlerinde organize olmuş ve toplumsal bir biçimde değer üreten insan toplulukları yaşıyordu. İspanyol ve Portekizli denizciler buraya ulaştıklarında, mevcut toplumsal yapıları, özellikle yönetici elitleri kontrol altına aldılar. Örneğin Meksika'da Azteklerin yüzyıllar içinde oluşturduğu toplumsal yapıyı önce yönetici sınıfla iyi ilişkiler kurarak, sonra da bu sınıfı tamamen ortadan kaldırarak ele geçirdiler.

Bu süreç antropolojik ve sosyolojik açıdan ilginç - belli bir düzende yaşamaya alışmış topluluklar, yeni düzene de adapte olabildiler. Bu durum İspanyol ve Portekizli sömürgecilerin işine yaradı. Kolonilerini kurdular, değerli madenleri Avrupa'ya taşıdılar ve yerli halkları çalıştırdılar.

Kuzey Amerika'da ise durum farklıydı çünkü buradaki yerli grupları Güney'dekiler gibi organize toplumsal yapılara sahip değillerdi. İngilizlerin beklediği işgücünü sağlayamayacak kadar az sayıdaydılar. Bu yüzden İngiliz elitleri, kendi tebalarını anakaradan getirip Amerika’ya yerleştirdiler. Virginia Deneyi olarak bilinen bu girişimde, güneydeki modeli uygulamaya çalıştılar - getirdikleri insanların yerleşip Afrika'dan getirilecek kölelerle birlikte çalışmasını umuyorlardı.

Fakat bu plan tutmadı. Amerika toprakları çok genişti ve fırsatlarla doluydu. İnsanlar elitlerin yönetimi altında yaşamayı reddettiler ve kaçtılar. Virginia Deneyinin sonunda anlaşıldı ki güneydeki model burada işlemeyecekti. Bu yüzden daha eşitlikçi ve katılımcı bir toplumsal yapıya evrilmek zorunda kaldılar. Bugünkü Amerikan toplumsal yapısının temelinde bu zorunlu dönüşüm yatıyor.

Bu dönüşümün etkilerinin kitapta en iyi anlatıldığı örnek Nogales. Meksika’nın kuzeyinde Amerika sınırındaki Nogales şehrinin yarısı 1841’de Amerika’ya 10M $’a satılıyor çünkü Amerika buraya demiryolu yapmak istiyor. Bu tarihten sonra Arizona Eyaletinin bir şehri olan Nogales’in yarısı gelişimine devam ediyor ve bugün şehrin Meksikalı diğer yarısının 7 katı kadar daha zengin. İşte içerici kurumlarla dışlayıcı kurumların farkı.

Kitapta Nogales gibi suya sabuna dokunmadan anlatılabilecek örneklerin yanı sıra Afrika’nın riskli sularına da girilmiş. En çok üzerinde durulan iki ülke Sahra Altı Afrika’nın dışlayıcı kurumlarıyla “ünlü” Zimbabwe ve Kongo. Siz siz olun bu ülkelerde “dışlayıcı kurum” falan demeyin. Zira dikkat etmez de bu tip lakırdılar ederseniz, başınızın bedeninizden ayrılması uzun sürmeyecektir. 14. yüzyıldan itibaren, önce Avrupalılar sonra da Amerikalılar tarafından köle pazarı olarak kullanılan bu ülkeler, Acemoğlu ve Robertson’ın içerici kurumlarının olduğu Batılı güçler tarafından yüzyıllar boyunca sömürülmekle kalmadı, yine bu Batılı güçler tarafından sömürü düzeninin kalıcılaştırılması amacıyla savaş lordlarının silahlandırılması, politik nüfusa sahip olmaları, gereğinde istihbaratla desteklenmeleri, askeri eğitimlerden geçirilmeleri yoluyla “kullanışlı” kılındılar. Maalesef bu ülkelerin halkları kendi içerici kurumlarını yaratacak toplumsal talebi yaratamadılar. Ne zaman yaratmaya kalksalar palalarla kesildiler. Ama olsun, tüm bunlar bu ülkelerin tarih boyunca kendi yönetici elitleri tarafından sömürüldüğü ve halklarına hiç bir gelişme şansı tanınmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Fırsatlara erişimde adaletsizliğin ve ülke kaynaklarının elit zümrelerin çıkarına kullanılmasının yarattığı sosyal uçurum bu tip ülkeleri sonu gelmez bir anti-demokratik döngünün içine düşürüyor. İçerici kurumların bu tip iklimlerde gelişmemesinin yaratılan anti-demokratik vorteks sebebiyle mi olduğu kitabın tartışma alanının dışında kalıyor.

Önemli bir nokta da - ki bu daha çok "The Narrow Corridor"da işleniyor ama bu kitapta da işaretleri var - güçlü fakat adil bir devlet ve güçlü sivil toplumun gerekliliği. Bunların birlikte var olmadığı hiçbir ülkede refah ve yaratılan refahın adil paylaşımı sağlanamıyor. Bu özellikle Çin örneği açısından önemli. Çin, Komünist Parti yönetiminde benzer bir elit-halk ayrımına sahipti. Fakat 1960'larda bir takım tarımsal özgürlüklerin halka verilmesiyle başlayan kalkınma, sanayi alanına da sıçrayarak Çin'i bir süper güç haline getirdi.

Bu, içerici kurumsal yapılar olmadan da büyümenin mümkün olabileceğini gösteriyor (mu?). Çin’le benzer şekilde “devlet kontrolünde” büyüme teşebbüslerinden bir diğeri olan Rusya’da işlerin o kadar da iyi gitmediğini söyleyebiliriz. Azerbaycan ve benzeri ülkelerdeki durumları da birlikte değerlendirdirdiğimizde, inovasyon ve teknolojik gelişim yoluyla elde edilen refahın adil paylaşımı ile ilgili bir çözüm geliştirilmediği sürece bu ülkelerdeki otokratların değişmesi şöyle dursun giderek daha tehlikeli bir tür olan tekno-otokratlara dönüşeceklerine hiç şüphe yok. Bu ülkelerde vatandaşlar hâlâ devlet olanaklarına erişimde eşit haklara sahip değil. Zenginlikleri düzenli ve hızlı biçimde artmaya devam da etse, halklarının refah seviyesi Batı'nın gerisinde kalmaya devam ediyor.

Peki, Batı dünyasında işler çok mu iyi gidiyor? Trump'ın ikinci kez başkan seçilmesinin perde arkasında bir tekno-oligark olan Elon Musk’ın olduğu tüm dünyanın malumu. 1970’lerde Rockefeller’ların kendi oligarklarını kurma girişimi karşısında antitröst yasaları ve federal kurumlarla durabilen, 2000’lerdeki tekno-oligarşi saldırısını Gates ve Zuckerberg gibi figürleri mahkeme karşısında hesap vermeye zorlayarak aşan Amerikan Devleti bu yeni dalga ile baş edebilecek mi? Bir çağ dönümünün eşiğinde medeniyetimiz yaklaşan yapay zeka devriminin ne kadar farkında? Peki bu süreç nasıl ilerleyecek, tarih nereye evrilecek? Bu da başka bir yazının konusu olsun.