Demokrasi, Özgürlük ve Refah Üçgeninde Modern Devlet
Acemoğlu ve Robinson'ın "Dar Koridor" kitabı, modern devletlerin karşı karşıya kaldığı en temel sorunu inceliyor: Devlet ve toplum arasındaki güç dengesi nasıl kurulmalı? Yazarlar, bu dengenin "dar koridor" olarak adlandırdıkları özel bir alanda kurulabileceğini savunuyor. Bu koridorda devlet ve toplum güçleri birbirini dengeleyerek ilerleme sağlanıyor. Kitap, bu dengenin nasıl kurulabileceğini ve korunabileceğini tarihsel örnekler ve güncel analizlerle inceliyor. Günümüzde bu dengenin bozulma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu görüyoruz. 2015 sonrası dönemde, gelişmiş demokrasilerde bile demokrasiye olan inancın azaldığı, eşitsizliklerin arttığı ve popülist siyasetin yükselişe geçtiği bir dönem yaşıyoruz.
barisesmer
12/4/20249 min read
Acemoğlu ve James Robinson'ın 2012'de yazdıkları "Ulusların Düşüşü" (Why Nations Fail) kitabının ardından, 2019'da yazdıkları "Dar Koridor" (The Narrow Corridor) kitabı aslında bir devam kitabı gibi. Birinci kitapta eksik bıraktıkları ya da tam anlamıyla göremedikleri noktaları ikinci kitapta görmek ve doldurmak için hamle yapmışlar hissi uyandırıyor okurken ve bunun çok başarılı bir çaba olduğunu da söylemek lazım. İlk kitapta daha çok refahın bazı ülkeler ve medeniyetler tarafından sahip olunan ve diğerleri tarafından sahip olunamayan bir şey olmasının kökenini araştırıyorlar. Bu soruya verdikleri yanıtı basitçe içerici ve dışlayıcı kurumlara sahip olan medeniyetler ve ülkeler ayrımı üzerinden formüle etmeye çalışıyorlar.
Bu formül ne demek istediklerini anlatmaya yetmekle birlikte, sürecin tamamını anlatmakta oldukça yetersiz kalıyor. Çünkü bir aç-kapa düğmesi gibi, bu tip kurumlara sahip olan ve olmayan ülkelerin refaha sahip olup olmamalarını gerekçelendirmek, aslında tarihsel süreci görmezden gelmek anlamına geliyordu. Bu kitapta ise daha çok sürece odaklanıyorlar ve süreci sadece bir ekonomi tarihçisi gözüyle değil, aynı zamanda bir siyaset bilimcisi, sosyolog, etnograf, hatta antropolog olarak görmeye çalışıyorlar. Bütün bu sosyal bilim dallarını birbirleriyle konuşturmaya çalışıyorlar ve bu şekilde bir sonuca ulaşmaya gayret ediyorlar. Bu da kitabı açıkçası diğerinden çok daha yetkin bir hale getiriyor.
İlkinde daha çok refaha odaklanmışken, bu kitapta bir sacayağı kuruyorlar: refahın yanına özgürlük ve demokrasiyi de ekliyorlar. Bu sacayağının varlığı yokluğunu daha fazla dert ediniyorlar. Her iki kitabın da çıkış noktası, bugüne kadar sosyal bilimlerin "Neden bazı ülkelerde özgürlük, demokrasi ve refah varken diğerlerinde yok?" sorusuna verdikleri yanıtların bir eleştirisi. Eleştiri son derece haklı, çünkü bugüne kadar verilen yanıtlar bizim Türkçe'de daha çok "… kaderdir" parantezinde dillendirdiğimiz yanıtlar: "Coğrafya kaderdir", "kültür kaderdir", "tarih kaderdir", "teknolojiye sahip olup olmamak bir kaderdir", ya da "bir ülkenin, bir medeniyetin karizmatik bir lidere, bir lider kültürüne sahip olup olmaması kaderdir" diye açıkladığımız tezler.
Bu tezlerin son derece yetersiz olduğunu, bunu anlamak için çok daha derin sebeplere doğru yolculuk yapmamız gerektiği açık.
Acemoğlu ve Robinson’un temel tezlerini şunun üzerinde kurdukları söylenebilir: Bir tarafta devlet, diğer tarafta ise toplum. İnsanlık tarihi bu ikisinin arasındaki mücadele ile devam ediyor. Yani bir taraftan devlet yapısının, devlet aygıtının insanlar ve toplumlar üzerinde kurmaya çalıştığı mutlak hakimiyet, diğer tarafta ise insanların ve toplumların devletin onların üstünde hakimiyet kuramasın diye verdikleri savaş. Devlet otoritesini reddetmeleri. Bütün tarih bu ikisi arasındaki çatışma ile şekilleniyor. Bir yerden tanıdık geliyor tabi.
Bu çatışmayı, devlet lehine kazanan coğrafyalarda ve kültürlerde neler olduğuna baktığımız zaman, bunu gözümüzde canlandırmak açısından bugünkü Çin örneği çok değerli. Çin geleneği bu savaşın devlet lehine yeni kazanıldığı bir coğrafya değil - yaklaşık 2500 yıldır Çin bu şekilde yönetiliyor. Bugün ulaştığı noktada ise Çin mutlak devlet egemenliği noktasına her zamankinden daha yakın.
Çinli düşünürlerin devletin güçlenmesi için toplumun zayıflatılması gerektiğini açıkça öğütledikleri örnekleri biliyoruz. Çin öğretisinde esas olan toplumun zayıflaması ve devletin güçlendirilmesi. Bu durumda devletin mutlak hakimiyete sahip olduğu, halkın sesini kesip devletin ondan beklediği şeyleri yerine getirdiği bir toplumsal yapı ortaya çıkıyor.
Diğer tarafta ise devlet dediğimiz şeyin ideal olarak vaat ettiği; tüm yurttaşların eşit haklara sahip olması nosyonunun ortadan kalktığını görüyoruz.
Bazı bakış açılarına göre devlet aygıtının ortadan kalkması, toplumların, insanların, halkların birbirleriyle kolaylıkla anlaşıp devletsiz bir toplum yapısını daha yaşanır, daha insani bir şekilde devam ettirebilecekleri düşüncesini savlar. Fakat yapılan inceleme ve araştırmalar, tarihsel olarak bunun çok da böyle olmadığını gösteriyor. İncelemeye bugünün dünyasından başlamak gerekirse, bu tip toplumlara örnek verebileceğimiz ülkelerin Yemen, Afganistan gibi ülkeler olduğunu söylemek mümkün. Buralarda devlet çok güçsüz ve güçlü devletlerin olduğu coğrafyalardaki gibi insanlar arasındaki hakkı, hukuku tesis edemiyor, insanlar arasındaki anlaşmazlıklarda bir nevi hakem rolü oynayamıyor, buralardan adil kararlar çıkmasına önayak olamıyor.
Peki yaşanan otorite boşluğunu ne dolduruyor? Çok sevdiğim bir hocamın söylediği gibi "Doğa boşluk kabul etmiyor" ve otorite boşluğunu derhal başka güçler tarafından dolduruluyor. Kabileler, aşiretler, belli çıkar grupları buralarda devletin yerine getiremediği fonksiyonu, üstlenemediği rolleri üstleniyor ve elbette bu noktalarda buldukları çözümler toplumun yararına olmaktansa kabilenin, aşiretin ya da kendi yararlarına olmaya başlıyor.
Peki bunu daha masum bir bağlamda ele alamaz mıyız? Sonuçta bu ülkeler modern toplumların birer parçası ve onlarla iletişim içerisindeler, üzerlerinde çok fazla oyun oynanıyor. Dolayısıyla bunların başarısızlıklarının sebebi kendi düzenleri değil de bu müdahalelerdir diyebiliriz. O zaman da yazarlar bizi Nijerya'daki Tiv kabilesine götürüyor. Tivler medeniyetten uzak yaşayan bir yerli kabilesi ve bir devlete sahip değiller. Devlete benzer her otoriter yapıyı şiddetle reddediyorlar ve kendi toplumsal düzenlerini, kendi aralarında kurdukları gelenek ve göreneklere dayalı kural setlerine göre yaşıyorlar ve bu kapalı bir sistem oluşturuyor.
Cage of Norms (norm kafesi) denilen bu yapıda kurallar ve gelenek-görenekler yapıları itibariyle değişime açık değiller. Yani Tiv kabilesinde bundan yüz yıl sonra da yaşlılar gençlere göre hiyerarşik olarak bir üstünlüğe sahip olacaklar ve kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması gibi bir şey teklif dahi edilemeyecek. Peki teklif edilirse ne olur? O zaman da dışlanma ve sürülme devreye giriyor. Afrika'dan bahsediyoruz, ama aslında Avrupa'da da bunun yansımalarını görüyoruz. Dünyanın her tarafına yayılmış bir insani fenomen olarak gelenek-göreneklerin dışına çıkan herkesin "cadı" ilan edilmesi ve birlikte yaşadıkları topluluktan dışlanması, ötelenmesi, eziyet edilmesi, sürülmesi insanlık tarihinde sıkça rastlanan bir durum.
İnsanlık tarih boyunca tüm coğrafyalarda ve kültürlerde bu yola başvurmasının sebebi gücün mutlaklaşmasını önlemektir. Gücün mutlaklaşmaması kaygısı çok anlaşılır bir kaygı ve tarih kadar eski.
Nereye kadar götürebiliriz diye baktığımızda, verilen örnek Antik Yunan'daki ikonik liderlerden Perikles'e kadar uzanıyor. Perikles, Antik Yunan'ın ana düşmanının Spartalılar olduğunu söyleyebilecek kadar öngörü sahibi bir siyasetçi, kahraman bir asker, çok iyi bir yönetici iken, kendi toplumunda çok sivrilip öne çıkıp güç kültünü kendi bedeninde tekleştirme yoluna girdiğini gören Atina halkı, onu sürgüne gönderiyor. Yani Atina'dan uzaklaştırıyor ve onun mutlaklaşacak gücünden kendi toplumlarını korumak istiyorlar.
İnsanlığın ali çıkarları için bu kadar merkezi olduğunu çok farklı, tarih, kültür ve coğrafyalarda gördüğümüz demokrasi, refah ve özgürlük üçlemesine sahip olmak ya da olmamak bir kader mi? Elbette değil. Bu bazı medeniyetlere, bazı kültürlere bahşedilmiş bir ödül de değil, fakat buna ulaşmak için bir evrimsel yoldan geçmek gerekiyor. Tarihin bu anında bu evrimsel yoldan en başarılı biçimde geçenin Batı demokrasisi olduğunu görüyoruz.
Yazarlar, bu evrimin nasıl başladığını ve ne şekilde devam ettiğine dair ayrıntılı bir hikaye anlatıyorlar. Özetlemek gerekirse;
Batı medeniyetinin ilk kurumsal devlet yapısı olan Roma İmparatorluğu'nun mirasının üzerine kurulduğunu, Roma İmparatorluğu'nun yukarıdan aşağıya yönetilen bir toplum modelinin ilk ve en sofistike örneği olduğunu, fakat yıkıldığında onun mirasını devralan Germen kabilelerinin (özellikle Frankların) kendi tarihlerinden getirdikleri aşağıdan yukarıya yönetme, halk meclisleriyle yönetme geleneğiyle Roma mirasını birleştirmesinin, yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı dengesini bulması bakımından çok özel bir anlamı olduğunu söylüyorlar.
Aslında kitabın ana tezinin dayandığı nokta da tam olarak bu: Devletle toplum arasında, yani yukarıdan aşağıya yönetme iradesiyle, aşağıdan yukarı yönetme iradesi arasındaki mücadelenin bir dengesini bulduğunu ve bu dengenin devlet lehine ve toplum lehine gidebilecek tarih akışının tam ortasında, en hızlı ilerleme ivmesine sahip olan dar bir koridor açtığını söylüyorlar. Bu dar koridorda ilerlemenin, bu dar koridora girmekten daha zor olduğunu, daha fazla çaba gerektirdiğini, burada medya, sivil toplum gibi topluma ses veren kurumların devlet tarafından baskılanmaması ve devletin toplum lehine yönetmeye, toplum lehine karar vermeye istikrarla devam etmesi gerektiğini belirtiyorlar. Bunu sağlayacak olan şeyin de yine sivil toplum olduğu söyleniyor.
Peki uğruna bunca mücadele verilen demokrasi bize ne kazandırıyor? Demokrasinin önünün açılması durumunda neler olduğunu Acemoğlu ve Robinson, ekonomist olmalarının avantajıyla ustalıkla sayısallaştırıyorlar. Kurdukları modellerde ortaya çıkan şey, demokratikleşen ülkelerin demokratikleşmelerinin ilk 25 yılında GDP'lerinin (yani gayri safi milli hasılalarının) kesintisiz olarak arttığını kanıtlıyor. Benzer şekilde, yine bir medeniyet ölçütü olarak alabileceğimiz çocuk ölümlerinde, demokratikleşen ülkelerin hepsinde istikrarlı bir düşüş yaşandığını ve demokratikleşme serüveninin kesintiye uğradığı her noktada bu ülkelerin çocuk ölümü oranlarında tekrar artışlar görüldüğünü kanıtlıyorlar.
Acemoğlu ve Robinson'un kurduğu modeller demokrasinin bizim için yaşamsal bir öneme sahip olduğu konusundaki şüpheyi ortadan kaldırmak için oldukça kullanışlı. Dünyadaki demokratikleşme dürtüsü o kadar güçlü ki; 1960'lardan dünya ülkelerinin ancak %30'u demokratikken 2000'lere geldiğimizde bu oranın %60'lara çıktığını görüyoruz. Bu da gösteriyor ki aslında demokrasinin vaat ettiği hayatı dünya halkları kesintisiz biçimde elli sene boyunca arzuluyor ve kendilerini demokratikleştirmek için bedel ödemek pahasına bu işi gerçekleştirmeye adıyorlar. Fakat 2010'la başlayan ve 2015'te sertleşmeye başlayan yeni bir trend görüyoruz: Ülkelerin demokrasi kalitelerinde bir düşüş yaşanmaya başlaması.
Hemen refleks olarak bunun demokrasiye yeni geçen ülkelerde ya da demokrasisi tam oturmamış ülkelerde görülen bir trend olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat öyle değil. İsveç'e, İngiltere'ye, Amerika Birleşik Devletleri'ne baktığımızda da benzer trendi görüyoruz. Bunun toplumsal arka planında ne olduğunu incelediğimizde ise insanların demokrasiye olan inançlarının azaldığını görüyoruz.
Özellikle 2015'ten sonra demokrasiye desteğin dünya toplumlarının tamamında düşmeye başladığını fark ediyoruz. Bu da dünyanın bir demokrasi krizi içerisine girdiğinin açık bir göstergesi. Peki neden böyle bir demokrasi krizine girdik? Bunun önemli sebeplerinden biri eşitsizlik. Eşitsizlik aslında demokrasinin ortadan kaldırmayı vaat ettiği şeylerden biri. Fakat aradan geçen elli senede demokrasinin eşitsizliği ortadan kaldırması bir yana, dünyadaki eşitsizliğin giderek derinleştiğini görüyoruz. Bu derinleşmenin ana sebebi ise küreselleşme. Küreselleşen dünyada kaynakların tek bir elde toplanması ve geriye kalan büyük insan yığınlarının dünya zenginliklerinin kırıntılarıyla geçinmek zorunda kalmaları söz konusu.
2000'li yılların devamında bu trendin yükselmesinin sebebini ise teknolojik gelişmelerle, özellikle sosyal medya ve gelişen diğer iletişim araçları vasıtasıyla, demokrasinin vaatlerinin dünyada ne kadar gerçekleşemediğinin daha yaygın bir şekilde anlaşılması ve görünür olmasına bağlayabiliriz. Bir de bunun üstüne ekleyebileceğimiz Çin faktörü var. Çin faktörünün, Demokrasi vaadinin demokrasi tarafından gerçekleştirilemediğini, fakat refah vaadinin - belki özgürlük ve demokrasi olmadan da - gerçekleşebileceğine dair somut bir kanıt oluşturması bakımından önemli olduğunu görüyoruz.
Bu tehlikeli trend tüm dünyada “popüler siyasetin” öne çıkmasını sağlıyor. Demokrasi, refah ve özgürlük vaadinden beklediğini bulamayan dünya toplumları kurtuluş olarak eski toplumsal değerlerine, gelenek ve göreneklerine yöneliyor. Oportünist sağ siyaset “demokrasi kırgınlarının” duygularını sömürerek onları asr-ı saadet vaadiyle kendi lehlerine konsolide ediyor. Bu konsolidasyon popüler sağ liderlerin tekno-oligarklarla yaptıkları iş birlikleri ile daha da tehlikeli noktalara varıyor. 1949’da George Orwell 1984’ü yazarken “Big Brother”ın gerçekten hepimizi izlemesi mümkün değil iken, bugün yeterli gözetleme teknolojilerine sahibiz. Çin’de başlayan ve hızla benzeri rejimlere ithal edilen gözetleme teknolojileri “sosyal kredi skorları” tutmak yolu ile yurttaşların hangi haklara sahip olup olmayacaklarını “vatandaşlık performansları” üzerinden değerlendirmeye başladı bile. Eşiğinde olduğumuz AI Devrimi ile yeniden tanımlamamız gereken “insanlık rolü” gibi devasa bir sorunla karşı karşıyayken, başarızılığa uğrayan demokratik ilerleme deneyimimizin kırıklarını toplamak, ondan faydalanarak tarih boyunca insanlık olarak kaçındığımız tek merkezli güç egemenliği sistemini tesis etmeye çalışan çok becerikli bir güç koalisyonu ile karşı karşıya olmamız gibi çok boyutlu sorunlarla mücadele etmek zorunda olduğumuz bir tarihsel dönemeçteyiz. Perikles’i Atina’dan tekrar kovacak, Roma’da halk demokrasisini kuracak, tüm insanlık için eşitliği tesis edebilecek miyiz? Yoksa tekno-oligarklara irademizi teslim edip, bizleri kolayca harcanabilir birer verimlilik birimi olarak gözetlemelerine ve gerektiğinde fişlerimizi çekmelerine izin mi vereceğiz?